26 Ağustos 2011 tarihli ve 28037 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 650 Sayılı KHK ile siyasi iktidar yeni bir oldu bitti ile kamu çalışanlarını karşı karşıya bırakmıştır.
KHK ile Danıştay’da görev yapacak 657 sayılı kanuna tabi memurların naklen veya açıktan atama yoluyla atanmalarının önü açılmış; hangi objektif kriterler, esas ve usuller uygulanarak sözkonusu atama işleminin yapılacağı düzenlenmeksizin Genel Sekreterin görevlendireceği genel sekreter yardımcısının başkanlığında, iki tetkik hâkiminden oluşturulan üç kişilik komisyon tarafından düzenlenecek sözlü ve gerektiğinde uygulamalı sınav sonucuna göre Genel Sekreterin teklifi üzerine Danıştay Başkanınca atanacakları düzenlenmiştir.
KHK ile ayrıca, Danıştay’da çalışan Devlet Memurları Kanununa tabi personelin, Genel Sekreterin teklifi ve Başkanın uygun görmesi üzerine, Adalet Bakanlığı’nca mükteseplerine uygun olarak, açıktan atama iznine tabi olmaksızın, Bakanlığın taşra kadrolarına atanabilmelerinin de önü açılmıştır. Böylelikle Danıştay’da görev yapan personelin sadece Genel Sekreterin teklifi ve Başkanın uygun bulması ile görev yerlerinin değiştirilebilmesi sözkonusu olacaktır.
KHK’nın 7. maddesi ile de Başkanlık Kurulu’na seçilecek olanların tamamının bir oy pusulasında gösterilmesi suretiyle oy kullanılmasının önü açılmış; böylelikle son dönemde kamuoyunda büyük rahatsızlık yaratan ve HSYK seçimlerinde de kendisini gösteren, siyasi etki, yönlendirme ve baskı ile siyasi iktidara yakın kadroların işbaşına getirilmesi anlayışına uygun bir düzenleme gerçekleştirilmiştir.
KHK ile yargının siyasallaşmasına yönelik en büyük adım, hiçbir yasal ya da etik çekince ya da sakınca görülmeksizin ve büyük bir rahatlıkla atılarak; Yargıtay tetkik hâkimliğine on yıl içinde yapılacak atamalarda, beş yıllık hizmet süresi şartı aranmayacağı da hükme bağlanmıştır.
KHK esas itibariyle Adalet teşkilatına ilişkin olmakla birlikte, siyasi iktidar tarafından uygulanan torba düzenleme yöntemi ile defalarca kez hükümet tarafından düzenleme yapılan ve yargıdan dönen, kurumlarda çalışan hekimlere çalışma yasaklarını bir kez daha ve yeniden gündeme getirmektedir.
Görünen odur ki; siyasi iktidar anlayışı her ne pahasına olursa olsun, hiçbir yasal ve etik kaideye tabi olmaksızın; bildiğini okumak ve kendi çizdiği rotada koca bir ülkeyi peşinden sürüklemekten ibarettir. KHK’lar yolu ile meclisi bypas ederek millet iradesini yok saymakta ve meclisi iş göremez hale getirmekte herhangi bir beis de görmemektedir. Siyasi iktidar, torba düzenlemelerle de; tam anlamıyla bir oldu bitti anlayışıyla birbirinden son derece farklı konularda kafasındaki gündemi gerçekleştirmeye yönelik düzenlemeleri peşpeşe yürürlüğe koymaktadır.
Bu gündem maddelerinden bir diğeri de 3 Temmuz’da başlayan futbolda şike nedenli gözaltılar ve sonrasında yaşananlardır. O tarihten bugüne yaşananlar, Türkiye’nin dizayn edilmesinde toplumların dönüştürülmesinde önemli bir faktör olan sporun da bir hedef olarak ele alınmış olduğu algısına neden olmaktadır. Hukuka açıkça aykırı olarak servis edilen belge ve bilgilerle bazı spor kulüplerimiz, spor adamlarımız daha soruşturmanın başında çoktan kamuoyu nezdinde itibarsızlaştırılmak ve mahkum edilmek istenmiştir. Ancak unutulmamalıdır ki; Ulusal Kurtuluş Mücadelemizde gösterdiği yararlılıklar sebebiyle Mustafa Kemal Atatürk’ün övgüsüne mazhar olmuş Fenerbahçe Spor Kulübü kendisine reva görülen bütün bu hukuk dışı akıl almaz yurt dışı destekli saldırıları atlatacak güçtedir.
Benzeri iddialarla gün ışığına çıkan ve kamuya mal olan bir takım soruşturmalarda ise tam anlamıyla bir karartma uygulanmaktadır. Benzeri soruşturmalardaki büyük titizlik ve hukuka uygunluk; sorunun mevzuatta değil uygulamada ve uygulayıcılarda olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Siyasi iktidar, yüksek yargıyı her ne pahasına olursa olsun hakiminden memuruna kadar ele geçirilmesi gereken bir hedef olarak görmektedir. Yüksek yargıya yönelik yönlendirme ve baskılar; yerel mahkemeler, yargıçlar ve savcılar üzerinde de doğrudan etki göstermektedir. Bu çerçevede Almanya’daki Deniz Feneri e.v skandalı ile ilgili olarak gerçeğin ortaya çıkarılmasına yönelik çıkarılan fiziki ve yasal engellemeler, geçtiğimiz günlerde soruşturma savcılarına yönelik doğrudan baskı ve görevden almalarla devam etmiştir. Böylelikle, Almanya’daki Deniz Feneri skandalının Türkiye uzantılarının ve bunların siyasi bağlantılarının ortaya çıkartılması ve adalet önünde hesap vereceklerine yönelik son umut kırıntıları da yok olmakla karşı karşıya bırakılmıştır.
Adaletin bir ilke olarak yozlaşması, yargının siyasetin basit ve işlevsel bir aracı haline getirilmesinin bedelini Türkiye dikkatli gözler, araştıran soruşturan genç umutlar için çoktan ödemeye başlamıştır. Şüphesiz ki; halen ödemekte olduğumuz bu bedel; gelecek on yıllarda ülke olarak ödeyeceğimiz bedel yanında bir hiçtir. Bir ülkede adalete, yargıya güven kalmazsa, adalet ve yargı; bir bütün olarak siyasetin gündelik çıkar ve güdülerine feda edilir, kişisel maddi ve menfaatlerin, parlak istikballere ulaşmanın aracı haline getirilirse o ülkede adaletin gerçekliği ancak ve ancak kayıp kıta Atlantis kadar gerçektir. Sorumluların cezasız kaldığı hatta bilfiil ödüllendirildiği, araştıran soran ve yazan aydınlarının, halkın iradesinin hiçe sayılarak milletvekillerinin hapislerde çürütüldüğü, silahlı kuvvetlerinin 300’den fazla personelinin çeşitli tertiplerle terörist olmakla suçlandığı, yolsuzluğun normalleştiği, her geçen gün artan şehit sayısının istatistikten başkaca bir algı yaratmadığı, muhalif hiçbir görüşün barınamadığı, yandaş medya gücü ile gündem saptırılırken özgür basının baskılarla susturulmaya çalışıldığı ve kolluk güçlerinin orantısız güç uygulamaları ile halkı pasifize ederek etkisizleştirme adına bir siyasi güç olarak kullanıldığı bir ortamda hiçbir haktan, hiçbir özgürlükten ve hiçbir demokrasiden söz edilemez, söz edemeyiz.
Millet olarak bu karanlık süreci hep birlikte yaşıyoruz. Bu karanlık sürecin sonunda yakalayacağımız aydınlık, özgür ve bağımsız Türkiye umudu ile karanlığı başımız dik olarak ayakta karşılıyoruz. Bu karanlık süreçte; emekten ve alınterinden aldığımız güçle yanlışa yanlış deme cesaretini ve özgürlüğünü gösteriyoruz.
Böyle bir ortamda milletçe 30 Ağustos Zafer Bayramı’nı ve Ramazan Bayramı’nı birlikte kutluyoruz. Umuyoruz ve diliyoruz ki bugün; toplumsal huzur ve barış için, adalet ve bağımsız yargının tecellisi için, tüm vatandaşlarımızın aydınlık yarınları için, demokrasimiz için, emekçilerimizin haklı talepleri için bir milat olsun.
Birleşik Büro-İş Sendikası
Genel Başkanı
Haydar Şahindokuyucu